Altyazı Sinema Dergisi, Düet: “Bakmaya Davet”
Geçtiğimiz yıldan bu yana pek çok festival dolaşıp ödüller toplayan Düet, senkronize yüzme branşından iki sporcuyu, hayatlarının önemli bir döneminde takip ediyor. Spordan başlayıp gençliğe, büyümeye ve hayata karışmaya açılan bu belgeseli yönetmenleri Ekin İlkbağ ve İdil Akkuş’la konuştuk.
Düet (2022), ilk olarak geçtiğimiz yıl Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde seyirciyle buluştu. Burada kazandığı Jüri Büyük Ödülü’yle başlayan festival yolculuğu bütün yıla yayıldı. İstanbul Film Festivali’nden ve son olarak Documentarist’ten ödüllerle ayrıldı. Katıldığı her festivalde ve uğradığı hemen her şehirde büyük bir seyirci ilgisiyle karşılaşan film geniş bir izleyici grubuna da hitap etmiş gibi görünüyor. Defne Bakırcı ve Mısra Gündeş adlı iki genç ve başarılı sporcuyu odağına alan belgesel, bir yandan onların hayatındaki önemli bir dönemi takip ederken bir yandan da bu iki genç kadına hayatı çevreleyen pek çok unsurla ilişkileri üzerinden bakıyor ve seyirciyi de bu bakışa ortak olmaya davet ediyor. Geçmişte kendileri de bu sporu yapmış olan yönetmenler Ekin İlkbağ ve İdil Akkuş’la bir araya geldik ve bu ilk filmin yapım sürecinden biçimsel tercihlere, mücadelenin bir parçası olmaktan festival sürecine pek çok konuda keyifli bir sohbet gerçekleştirdik.
Şöyle başlayalım mı: Nasıl tanıştınız?
Ekin İlkbağ: Tabii ki. İkimiz de bu sporu yapıyorduk ve benim kulüp değiştirdiğim bir dönemdi. 15-16 yaşındaydım. İdil’in de benim geçtiğim kulübe gelmesiyle tanıştık. Aynı takımda yer aldık. Beraber düet yüzmedik ama aynı kulüpteydik, iyi anlaşıyorduk. Hatta benim yalnız hissettiğim bir takımdı biraz, İdil gelince çok sevinmiştim buna. Öyle başladı. Sonra İdil sporu bıraktı, orada çok görüşmediğimiz bir dönem oldu, üniversite döneminde de tekrar bir araya geldik. Bu sefer de benim böyle bir film yapma arzum vardı ama tabii pek bir fikrim yok yani, nasıl film yapılır ciddi anlamda bilmiyorum. İdil’i tanıyordum, sinema okuyordu o dönem ve tekrar bir araya geldik.
İdil Akkuş: Ekin bana Facebook’tan mesaj atmıştı o zamanlar, işte böyle bir projem var diye. Sonrasında Moda Çay Bahçesi’nde buluşmuştuk. O sinema okumaya Londra’ya gitmek üzereydi, ben de hâlihazırda sinema okuyordum ve tam o sırada mezuniyet projesine başlamam gerekiyordu. Böyle yapmam gerekiyor farkındalığının geldiği bir dönemdi, ya bir şey yazmam gerekiyordu ya da bir film çekmem gerekiyordu. Aynı anda benim hem kurgu hocam hem de bitirme ödevimde de danışmanım olan İlkay Nişancı’yla ne yapabilir diye konuşuyorduk, o da belgeselcidir. Ve onun belgesel setinde aslında birazcık görmüştüm nasıl yapılır, nasıl bir yöntemle belgesel çekilir diye. Dolayısıyla aslında onunla konuşmam ve Ekin’le tekrar bir araya gelmemiz birleşti bir noktada. O sıralar Mısra ve Defne yükselişe geçmişti, zaten bizim dönemimizden çoğu insan sporu bırakmıştı ve Türkiye’nin en iyi iki sporcusu onlardı yani. Bunların hepsi bir potada eridi ve bildiğiniz yerden başlayın dedi İlkay Hoca, böylece başlamış olduk.
Mısra ve Defne nasıl yaklaştı ilk söylediğinizde?
E.İ.: Yani ilk başlarda (çekimler 2016’da başladı) “İki yönetmen var ve film çekmek istiyorlar” diye yaklaşmadılar tabii, “İki arkadaşımız film çekmek istiyor, bizimle bir şey yapmak istiyorlar” gibi yaklaşıyorlardı. O yüzden çok doğal gelişti aslında.
İ.A.: İlk antrenman çekimlerine gittiğimizde onların o dönemki antrenörü bizim eski takım arkadaşımız olduğundan çok bilindik bir ortama tekrar dönmüş olduk aslında.
Mısra ve Defne başından beri odak noktanız mıydı, yoksa sonradan mı şekillendi o kısım? Yani onların kariyerinin yükselişe geçmiş olmasıyla mı ilgiliydi bu karar?
İ. A.: Aslında tam değil, bunlar hep ayrı akslar gibi. Çünkü ben çok yakın arkadaş değildim onlarla, bir alt jenerasyon denebilir. Aranızda çok yaş farkı olmasa da su balesinde farklı jenerasyonlara ayrılabiliyorsunuz bir anda, çünkü yaş kategorilerine göre yarışıyoruz. Dolayısıyla Mısra ve Defne hayatımızdaydı tabii ki, o dönem ilk yurt dışı madalyaları gelmişti zaten, takip ediyorduk gelişimlerini ama filmin odağını belirlememiz zamanla oldu. İlkay Hoca’nın o teşviki sonrasında ilk hedefimiz spora dair bir şey çekmekti. Sonrasında da gönlümüz Mısra ve Defne’ye kaydı. İki şey çıkarttık önümüze o dönem: Bir tane kısa film çekelim; sporu anlatsın, daha bilindik yöntemlerle, röportajlarla ilerlesin, işte eski antrenörler, eski sporcular, hakemlerle konuşalım. İkinci film de uzun metraj olsun ve Mısra’yla Defne’nin Olimpiyat hikâyesini takip etsin. Kısa filmden vazgeçtik zaten bir noktada ama başlarda yaptığımız çekimleri her ikisine de kullanabilecekmiş gibi planlıyorduk aslında. Ama bir sene geçtikten sonra fark ettik ki çok kısa film odağında gitmişiz, çok insert mantığında. Hayalini kurduğumuz uzun metraj filme dair pek bir şey geliştirmediğimizi fark ettik. Ve bir noktada “Bunun iki ayrı film olması çok manasız, böyle bir şeye gerek yok” dedik. Zaten biz Mısra ve Defne’yi anlatırken sporu da anlatacağız ne olursa olsun. Yani başlarken odak noktamız tam belirginleşmemişti ama ondan bir sene sonra kararımızı verdik. O kısa film projesi de yaklaşık kırk dakikalık bir film olarak evde duruyor. Bir alıştırma olarak güzeldi sonuçta. Herhâlde on kişiyle yaptığımız röportajlarla ilk defa izlenebilecek bir film çıkardık ne olursa olsun. Ve gerçekten izlense izlenir, gayet güzel anlatıyor derdini, o da gayet neşeli mesela, başka bir sürü ortak noktası da var Düet’le. Fakat izledikten sonra şunu hissettik: “Bu değil, tam olarak bu değil.” Aslında 2018 civarı onu bağlamıştık ama sonra devam ettik çekimlere.
Neydi peki sizce “bu değil” hissiyatı yaratan şey? Daha doğrusu, konuya yaklaşırken kafanızda belgesel üslubu ya da yöntem olarak nasıl bir şey vardı? Bir yandan karakterlere ve onların yolculuğuna dair bilgilendirici bir tarafı var filmin ama konunun etrafını çevreleyen gündelik hisler, karakterlerin bakış açısı esas odak noktası.
E.İ.: Şöyle, aslında kısa denemesi onu biraz açıklıyor. Kafamızda bir şey yoktu açıkçası ve dürüst olmak gerekirse çok da belgesel izlemediğimizi fark ettik. O noktada belgesel izlemeye başladık ve “Böyle olmak zorunda değil” dedik. Tek bir yöntemi yok filmin ve biz böyle bir şey istemiyoruz. Hatta röportajlardan uzun bir süre vazgeçmedik de.
İ.A.: Evet, Mısra ve Defne röportajlarını son filmde tutmaya çalıştık bir süre, en azından bir noktaya kadar. Çünkü 2018 civarı Mısra sporu bırakmaya yeltenmişti ve biz de bir durduk. O yüzden boşluğumuz var çekimlerde neredeyse bir seneye yakın, tam olmasa da. Dolayısıyla birtakım bilgi eksiklikleri var, tarihsel olarak başta kronolojik çalışmaya çalıştık kurguda ve orası boşlukta kalıyor yani. O yüzden belki o açığı röportajla doldururuz diye bir süre zorladık. Aslında göze almak gibi bir şeydi, yapmak istediğimiz film belki yirminci dakikadan sonra başlayacak ama bu bilgiyi vermezsek ne olacak, seyirci boşluğa mı düşecek diye bir kaygımız vardı. Ama şöyle bir kırılma yaşadık çekimlerde de: Bilgi yerine duyguyu takip etmemiz gerektirdiğini hissettirdi bize çektiğimiz şeyler ve kurduğumuz diyalog. Çünkü zaten biz klasik bir antrenman ya da yarış çekmeye gitsek bile çok canlı -hem aralarındaki ilişki hem de karşılaştıkları olaylar sebebiyle- başka bir şeye dönüşüyordu çekerken.
E.İ.: Yani biraz da ilk başta kısa odaklı çekerken hep insert mantığıyla çekiyorduk. Hatta çekim listesi yapmıştık, işte o hareketin her detayını nasıl ne elde etmeli, nasıl çekmeli gibi planlı gidiyorduk. Mesela yarışa gidiyoruz, kısa planlar çekiyoruz. Ama bir noktada biz sahne çekmek istediğimizi hissettik çünkü burada çok büyük bir an var, karakterler çok güçlü kendini anlatıyor, hissediyorsun. Hatta 2017’de Budapeşte yarışından bir ânı hatırlıyorum, filmde de kullandık onu. Ben Mısra’yla üniversiteyle ilgili bir şey konuşuyordum, İdil de o an bizi çekiyordu. Bir an yanıma geldi ve “Ekin, tekniğimizi buldum!” dedi.
İ.A.: Evet, bir şekilde onları konuşturmaya ve onları dinlemeye başladık aslında. İlk bir yıl dinlememişiz yani onu çok fark edemedik o sırada.
Evet, röportaj yok gibi de değil aslında. Sık sık doğrudan kameraya anlattıklarını görüyoruz ama o da günlük hissin bir parçası hâline geliyor. Filmin esas olarak duyguyla ilgilenen tarafını farklı bir yerden çalıştırıyor bu. Peki hikâye kurgusunu bu yapıya yerleştirmek nasıl bir süreçti? Olimpiyat hedefiyle hazırlıklar devam ederken farklı zaman akışları arasında gidip geliyor filmin anlatısı.
İ.A.: Aslında yine bu tarz değişikliğimiz, yani malzemenin kendisi bizi biraz ona zorladı. Çünkü ilk dizdiğimizde, en kaba kurguda diyelim yani, sırayla dizdik biz her şeyi ama orada da aslında odak noktamızı bulmamız gerekti. Çünkü şöyle bir durum var: Mısra ve Defne 2016’da Rio Olimpiyat elemelerine gitmişti ve eğer elemeyi geçebilselerdi Olimpiyat’a katılabileceklerdi. Bunu çok ufak bir farkla kaçırdılar ve Olimpiyatlar dört yılda bir yapıldığı için 2020’ye hedef koydular kendilerine. Biz de o noktada dâhil olduk. Ama koşulların kötüleşmesinden dolayı o hedef çok gerçekçi bir hedef olmamaya başladı zaman içinde. Ve bunu hissediyorduk çekerken, onlar da hissediyordu; motivasyonları düştü, puanları da düşmeye başladı. Dolayısıyla ancak Olimpiyat hedefi çok gerçekçi olsaydı kronolojik bir şekilde gidebilirdik. Yani onu takip edebilirdik ama hem onu takip edemeyeceğimizi anladık elimizdekilerle -istesek de öyle bir şey çıkmayacaktı- hem de derdimizin de bu olmadığını anladık masaya oturduğumuzda. Dolayısıyla tamamen ilişkilerine ve aralarında gelişen dinamiğe göre bir şey kurmak istedik ve bunun da yöntem olarak o kronolojik zaman akışını kırmak olacağını düşündük.
“Derdimiz o değildi” dedin, neydi peki?
İ.A.: Bu filme başlarken benim en baştaki derdim, o görünmez olan emeği görünür kılmaktı aslında. Bu sadece spora özel bir şey değil ama kendimiz de yaptığımız ve onları da yakından tanıdığımız için böyle bir şey vardı elimde. Ama daha sonra dostlukları ve karşılarına çıkan şeylerle nasıl mücadele ettiklerine dair bir yere vardık ve o oldu derdimiz. Mesela aslında bir büyüme hikâyesi anlattığımızı ben film bitince fark ettim. Çünkü birlikte büyüyen iki partner var aslında ve biz de hayatlarının böyle önemli bir döneminde onlara katılıyoruz. O yüzden Olimpiyat hedefi de odak olmaktan çıktı yani.
E.İ.: Karakterler için yani Mısra ve Defne için de aslında Olimpiyat bir başarma hedefinden çok bir hayaldi en başından beri. Ve en kötü senaryoda elemeye gideceklerdi ve geçemeyeceklerdi. O zaman da biz hani bu kadar emek verip bu olmadı, başarılamadı diyen, bunu tartışan bir şey yapmış olacaktık. Ama şu hâliyle bir dostluk hikâyesine dönüştü.
Evet filmin bir büyüme hikâyesi tarafı var ama spor üzerine bir film olduğu için başarı meselesine yaklaşım çok temel bir yerden farklılaştırıyor filmi. Olimpiyat’la sınırlı kalsaydı bunu yapamayabilirdi film. Çünkü özellikle genç yaşta spor yaparken aslında sonucunu genellikle bilmediğin bir şeyin içinde büyük bir adanmışlıkla var olman gerekiyor. O adanmışlık hayatın başka taraflarıyla karşılaşınca kırılabiliyor ve Mısra’nın hikâyesinde onu görüyoruz. Rio’ya gidememiş bir sporcu olarak değil, denizde özgürce kendini ifade eden (ve sporunu da onun parçası yapan) bir genç olarak gönderiyoruz onu filmden.
E.İ.: Mısra’nın annesi de o sahneyi çok seviyor ve onunla ilgili çok güzel bir yorumu olmuştu: “O sahne o kadar güzel ki, benim derdim sporla değil diyor Mısra orada.”
İ.A.: O kısımda ben de çok duygulanıyorum. O sahnede müzisyenimiz Davut Özdemir’in katkısı da çok büyük. Sadece yaptığı müzikle de değil bu arada. Çünkü biz o sekansı tam olarak öyle kurmamıştık aslında. Bir pandemi ve ayrılık sekansıydı bizim için o ama müzik için çalışmaya başladığımızda deniz sahnesinin yeri orası değildi ve böyle olmasını Davut önerdi bize. Çünkü çok iyi hissedebiliyor, çok güçlü duygularla yapıyor müziğini ve öyle bir müzik yaptı ki o sahnenin sona gelmesi gerekiyordu bir şekilde ve aslında kurguyu da yönlendirdi bir yandan. Daha kurguyu bitirmemişken müzisyenle çalışmak avantajlıydı ama bu kadar birbirimizi iyi anladığımız müzisyenlerle çalışmak filmin esas şansıydı. Bu arada filmin müzikleri albüm olarak da yayınlandı sonradan.