The Magger: Ekin İlkbağ ve İdil Akkuş ile: Düet Belgeseli Üzerine

Defne Bakırcı ve Mısra Gündeş… Senkronize yüzmenin düet kategorisinde uzun yıllardır beraber mücadele verip ülkemizi uluslararası arenada başarıyla temsil eden ikili, aynı zamanda bu topraklarda amatör sporlara ve sporculara verilen değerin de acı gerçekleriyle yüzleşmiş bir hikâyeye sahip. Genç yönetmenler Ekin İlkbağ ve İdil Akkuş’un kamerasıyla perdeye yansıyan onların bu hikâyesi; gurur, sevinç, üzüntü, hayal kırıklığı, öfke ve duygusal yıkım eşliğinde güncel Türkiye’nin de toplumsal bir iz düşümünü sunuyor.


59. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde Ulusal Belgesel Film Yarışması’nda Jüri Özel Ödülü, 42. İstanbul Film Festivali’nin Ulusal Belgesel Yarışması’nda Mansiyon Ödülü’nün sahibi olan Düet, Mısra ve Defne’nin, uzun yıllar birlikte vermiş oldukları mücadeleyi ve karşı karşıya kaldıkları zorlukları tüm doğallığıyla anlatmayı başarıyor. Ben de keyifle izlediğim bu belgesele dair tüm merak ettiklerimi ilk yönetmenlik deneyimlerini yaşayan Ekin İlkbağ ve İdil Akkuş ile konuşma fırsatı buldum. Keyifli ve ilham veren okumalar.


Belgeseliniz Düet’i konuşmadan önce dilerseniz sinemaya ilk adımlarını atan sizleri tanıyalım. Sinema yolculuğunuz nasıl başladı, yollarınız nasıl kesişti?


Ekin: Benim sinemaya ilgim ilk olarak fotoğraf çekerek başladı. Lisede fotoğrafla ilgili çalışmalar yaparken yazmaya da başladım ve daha çok film seyreder oldum. İzlediğim filmler sayesinde de hem görsel hem işitsel bir dünya kurmanın ve bunu bir hikâye anlatmak için yapmanın büyüsüne kapılınca, sinema öğrenmek ve yapmak istediğime karar verdim. 2016’da sinema üzerine lisans eğitimi almak üzere Londra’ya gittim. Orada okurken yardımcı yönetmenlik, kurgu ve prodüksiyonda olmak üzere çeşitli işlerde yer aldım. Londra’da olduğum üç sene boyunca bir yandan da Düet’i yapıyorduk. Mezun olur olmaz da Türkiye’ye döndüm ve filmi tamamlamak için tüm odağım bir süre Düet oldu. İdil ile tanışmamız ise ikimizin de bir dönem aynı takımda senkronize yüzme yapmamız sayesindedir. Aslında ikimiz de sinema yolculuğumuza Düet’i yaparken, neredeyse hiçbir okulda öğretilmeyecek kadar kıymetli şeyler öğrenerek ve deneyimleyerek başlamış olduk.


İdil: Sinema hayatımda bir şekilde hep vardı aslında. Sanatı meslek olarak icra eden kimse olmasa da sinemanın, tiyatronun, edebiyatın, müziğin eksik olmadığı bir evde büyüdüm. Dolayısıyla da izleyici olarak sinemadan etkilenmem çok küçük yaşlarda başladı. O zamanlar İstanbul Film Festivali’nin bir çocuk filmleri bölümü vardı mesela, ailemle o filmleri izlemeye gidiyordum. Şimdi ise 2019’da imzalanan sansür yasası yüzünden 18 yaş altının giremediği bir festival hâline gelmiş durumda. Konumuza dönersem, hem festivallerle hem de evde izlenen klasiklerle çocukluğumdan itibaren beni mutlu eden bir alandı sinema. Bir başka karşılaşma anı ise yedi yaşında Müjdat Gezen Sanat Merkezi’nde tiyatro kursuna gittiğim dönem yaşandı. Mezuniyet projeleri için kısa film çekmeleri gereken Mimar Sinan Sinema-TV bölümü son sınıf öğrencileri, kısa filmlerinde oynaması için bir çocuk oyuncu arıyorlardı ve Müjdat Gezen’e gelmişlerdi. Böylece Memduh Ün’ün de danışmanı olduğu iki kısa filmde oynamış oldum ve hayatımda ilk kez bir film setinde bulundum. Oyuncu olarak yer almama rağmen tüm boş vakitlerde gidip kameranın vizöründen bakıyor ya da devamlılık asistanının işini yapmayı deniyordum. O yaşta bir çocuk için daha da büyüleyici bir yer tabii ki. Ama oradaki heyecanımı ve aldığım zevki hiç unutmuyorum. Daha sonra 10 yaşında sporculuk hayatım başladı, onun ardından da üniversitede sinema okumaya karar verdim. Aslında ilk başladığım yere geri dönmüş gibi hissediyorum, ilk heyecanıma.


Belgesel türünün dinamiklerini düşündüğümüzde sinemaya bu türle başlamak dışarıdan belki kolay görünebilir fakat filmin altı yıllık yapım süreci hiç kuşku yok ki araya pandemi şartlarının da girdiği göz önüne alınırsa oldukça zorlu bir yolculuk oldu sizin adınıza. “Yeter artık” dediğiniz anlar oldu mu? Olduysa bu zorluğun üstesinden nasıl geldiniz?


İdil: Belgeselin dışarıdan kolay göründüğünü aslında filmi tamamladıktan sonra fark etmeye başladım. Evet böyle bir algı var. Yazılı bir senaryo ile süresi belli olan bir sete girmediğiniz için çektiğiniz şeyin bir film olduğuna ikna olamıyor insanlar. Benim için böyle bir ayrım hiç olmadı. Yani aslında bu bir karar değildi. “Kurmacadan mı başlayalım belgeselden mi?” gibi bir sorunun ardından bu yolculuğa çıkmış değiliz. Benim okulda kurgu derslerini aldığım ve kurgu atölyesine katıldığım aynı zamanda da proje danışmanımız olan İlkay Nişancı da bir belgesel sinemacı. O nedenle de henüz öğrenciyken içinde bulunduğum belgesel projeler olmaya başlamıştı ve tüm o araştırma aşamasıyla, kurguda tanıdığı geniş alanla, benim için çok keyifli bir alan olduğunu fark etmeye başladım. Ama bu filme ilk başladığımızda altı yıl süreceğini biz de öngörmemiştik. Ve dediğin gibi pandemi gibi birçok engelle karşılaştık bu süreçte. Takip ettiğimiz sporculardan biri, Mısra, biz daha çekimlere başladıktan yaklaşık bir-bir buçuk yıl sonra sporu bırakmayı düşünmüştü. İlk ve en uzun olarak orada durduk. Antrenörsüz kaldıkları ve çaresiz hissettikleri bir dönemdi. Biz de aynı şekilde çaresiz hissettik ve çekimleri durdurduk. Kurguladığımız başka bir versiyon bile var o dönemden. Fakat daha sonra Mısra sporu bırakmaktan vazgeçti ve biz de onunla devam ettik tekrar çekimlere. Covid-19 pandemisinin, hikâyenin sonunu şekillendireceğini yavaş yavaş öngörüp B planımızı hazır tutmaya başlamıştık. O güne kadar Mısra ve Defne ile kurduğumuz bağ sayesinde, karantinadayken kameramızı onlara verip çekimlere devam edebildik. Bu yüzden de uyum sağlayabildik o döneme. Benim “yeter artık” dediğim anların hepsi post prodüksiyon süreçlerine dairdi. Düşük bütçeler sebebiyle olması gerektiği gibi ilerlemeyen bu süreçler bir yılgınlık hissi yaratıyor. Ama artık filmi tamamlamaya çok yaklaştığımız bir dönem olduğu için de pes etme gibi bir lüksümüz yoktu.


Ekin: Yaptığımız ilk filmin bir belgesel olmasının, çok kolaylık sağladığını düşünmüyorum. Bu yaptığınız filmle kurduğunuz ilişkiye de bağlı tabii ki. Evet, belgesel size daha çok oyun alanı sağlıyor. Ve bizim hikâyemizin doğası gereği uzun bir sürece yayılması da bize deneme yanılma hakkını daha fazla sundu. Fakat yine aynı sebepten altı yıl boyunca planladığınız birçok şeyin yolda tamamen değişmek zorunda kalması, iptal olması telafi edilemeyecek hatalar yapma riskini de artırdı. Veya başladığımız günkü acemiliğimiz, ilerleyen süreçte ve kurguda kendimize çok öz eleştiri yapma zorunluluğu da doğurdu. Altı yıl, aynı heyecan ve sabırla çalışmayı sürdürmek için çok uzun bir süre. Beni en çok zorlayan şey sabır oldu ama hikâye tamamlanmadan bu süreç de bitemezdi. Filmle ilgili daha fazlasını hayal ederek ve neden bu hikâyeyi anlatmak istediğimizi tekrar tekrar düşünerek bu sabırsızlıkla başa çıkabildim. Ve tabii İdil ile iki yönetmen ve yakın arkadaş olmamız da bu süreci çok kolaylaştırdı. Birimiz yorulduğunda diğeri tekrar aynı hayali kurmaya geri çağırdı. İlk filmimiz olduğundan atmaya korkabileceğimiz birçok adımı da birbirimizden güç alarak atabildik sanırım.


Gelelim Düet’in ilk filizlendiği ana. Belgeselinizin macerası ne zaman ve nasıl başladı?


Ekin: İdil ile ikimiz de filmde anlattığımız karakterler gibi uzun yıllar senkronize yüzme sporcusuyduk. Ben önce Mısra ve Defne ile daha sonra İdil ile aynı takımda bulundum. İlk düetimi Defne ile yaptım. Dördümüz aynı anda aynı takımda hiç bulunmadık fakat Türkiye’de bu sporu yapan kişi sayısının azlığından herkes birbirini bir şekilde tanır. Bizim sporla kurduğumuz ilişki Mısra ve Defne’ninki kadar profesyonel bir boyutta olmadı hiç. Fakat sevdiğimiz bir sporu yetersiz koşullar sebebiyle hayal kırıklığı ile bıraktık ikimiz de. Sporu bıraktıktan sonra bir süre yollarımız kesişmedi. Ben sinema okumaya başlamıştım, İdil’in de sinema okuduğunu bildiğimden, 2016’da bambaşka bir belgesel film fikriyle buluşmak istedim. O tam olgunlaştıramadığımız bir fikirdi ve biz devamlı spor anılarımızdan konuşuyorduk. Aynı zamanda da İdil o yıl mezuniyet projesi için bir film çekmek istiyordu. Proje danışmanı İlkay Nişancı’nın “Bildiğiniz işten başlayın” tavsiyesine kulak kabarttık. İkimizin de içinde bu konuda bir hikâye anlatma istediği varmış ki, Mısra ve Defne’nin de sıcak bakması ile kendimizi Düet’in yolculuğuna başlamış bulduk.


Düet’in başrolleri senkronize yüzmenin düet kategorisinde yıllarca birlikte mücadele eden Defne Bakırcı ve Mısra Gündeş ikilisine ait. Her ikisi aynı zamanda ülkemiz tarihinde bu dalda çok değerli sportif başarılara imza atmış iki sporcu. Kendileriyle nasıl iletişime geçtiniz ve belgeselin fikrini duyunca nasıl tepki verdiler?


Ekin: Düet’in fikri somut olarak henüz olmasa da Mısra ile ara sıra “Senkronize yüzme hakkında bir şeyler çekilse ne güzel olur” diye konuşurduk. İdil ile birlikte bunu bir film olarak yapma kararını verince, Mısra ve Defne’ye hemen mesaj attım. “Bir film yapmak istiyoruz ve sizin spor hayatınızı konu almasını istiyoruz. İkinizi Olimpiyat elemelerine dek takip ettiğimiz bir süreç olacak. Ne dersiniz?” diye. Her ikisi de çok sıcak baktılar ve biz 2016 aralık ayında ilk kez Türkiye Şampiyonası’nda çekim yaparak bu yolculuğa çıkmış olduk.


Yönetmenler için filminin en nitelikli üretim koşullarında ortaya çıkması için fonlar çok kıymetli. Özellikle ekonomik şartların sinemacıları bu denli zorladığı Türkiye gibi ülkelerde. Zorluklar ayrıca bununla da sınırlı değil. Kısa film ve belgesel türlerinde sinemacılar açısından fon bulmak uzun metraja nazaran daha çetrefilli bir süreç. Bu noktada filminiz Düet’i hiçbir yerden destek almadan kendi çabalarınızla var ettiniz. Böylesine zorlu üretim koşullarında tamamen özgür bir iş ortaya koymak nasıl bir duygu?


Ekin: Düet’in yolculuğunda da bu desteksizlik her aşamada bizi çok zorladı. İlk etapta İdil’in okuduğu üniversiteden kamera ve ekipman alarak çekim yapmaya başlamıştık. Daha sonra kitlesel fonlama üzerinden kendi ekipmanımızı edinmeye çalıştık. Ekibimize yapımcımız Ali Bilgin, yürütücü yapımcımız Uğur Şahin’in de dahil olması ile yalnız olmadığımızı hissetmeye başladık. Hikâyemize inanan birileri daha çıktı ve hayalimize ortak oldu. Uğur’un yönlendirmesi ile ilk ve tek fon desteğimizi 2020’de Antalya Film Forum’dan dağıtım ödülü ile ayrıldığımızda almış olduk.


İdil: Fakat tabii ki tek bir fon altı yıllık bir filmin bütçesi için yeterli olmuyor. Bu alanların eksikliği yüzünden kendi cebinden para harcayarak veya düşük bütçelerle çekimlerini tamamlayan sinemacıları dağıtım ve festival ayağında da güzel şeyler beklemiyor. Dijital platformlarda önerilen bütçeler, festivallerin ödül meblağları, yeni bir film çekmek için yardımcı olmak şöyle dursun halihazırdaki filminizin belki bir çekim gününü bile karşılamıyor. Dolayısıyla bu bir döngü hâlinde devam ediyor. Bunu kırmanın yollarını aramak gerekiyor diye düşünüyorum.


Her ikiniz de aynı zamanda eski senkronize yüzme sporcususunuz. Sizin kariyeriniz nasıl gelişip neden sonlandı?


İdil: 10 yaşında başladığım bu sporu 16 yaşında hiç de istemeyerek bıraktım. Filmde gördüğümüz sorunların neredeyse aynıları ile baş etmeye çalışmıştım. Benim içinde bulunduğum takımdaki sporcular yaş olarak benden büyüktü. Türkiye’de bu sporu yapan ikinci jenerasyondan sporculardı ve Avrupa’da ilk defa takım branşında (sekiz kişi) finale kalmışlardı. Dolayısıyla Mısra ve Defne’ninkine benzer bir ivme vardı o yıllarda. Fakat yine federasyonun yanlış kararları yüzünden birçok şey yaşandı, Türkiye Şampiyonası iptal edildi, ardından neredeyse bütün takım sporu bırakma kararı aldı. Ve o yükselen ivme bir anda kesildi. Bir de şöyle ilginç bir şey var: yaş ve seviye olarak aynı olduğum bir düet eşim vardı, Işıl Kuran. Işıl’la biz sporculuk hayatımız boyunca defalarca belki dört-beş kez düet branşında yarışmak için koreografi hazırladık ve aylarca yıllarca çalıştık. Fakat bir şekilde o düet yüzülemedi. Birinde antrenör değişti, birinde kulüp kapandı, birinde yarış iptal oldu… Ve asla tamamlanamayan bir düetimiz oldu. Filmle birlikte bu hikâyenin de biraz olsun tamamlandığını düşünüyorum.


Ekin: Benim senkronize yüzme yolculuğum altı yıl sürdü. 2013’te bıraktığımda aslında çok üzülerek sonlandırmıştım spor hayatımı. O dönem Mısra ve Defne ile aynı takımdaydım ve hem bu sporun özünü hem takımımı çok seviyordum. Fakat Türkiye’de bu sporu sürdürebilme cesaretini kendimde görmüyor ve sürdürmenin gerektireceği fedakarlıklara da değer bulmuyordum. Ben de kendime yeni bir tutku aradım, sinemayı buldum. Bu sayede sporu bırakma cesaretini gösterdim. Mısra ve Defne’nin hikâyesini anlatmış olmak da bu yüzden çok kıymetli. İkisinin de başından geçenler, benim ve İdil’in de bir anlamda başımdan geçti. Yalnız mücadele etmenin ne demek olduğunu biliyorduk ve bunu anlatabilmek çok önemliydi.


Filmin çekimlerine 2016 yılında başladınız fakat Düet’in senaryosunu şekillendiren asıl unsur Defne ve Mısra’nın kariyerleri oldu. Bu noktada yolculuğun başında böyle bir belgeselin çıkacağını tahmin etmiş miydiniz? Veya senaryonun zaman içinde ilerlediği yol sizin için tatmin edici oldu mu?


İdil: 2016’da çekimlere başladığımızda ne yapacağımıza dair nerdeyse hiçbir fikrimiz yoktu. Sadece kameramızı aldık ve yanlarına gittik. Bir süre deneme yanılmayla, neler yapabiliriz diye düşünerek geçti. Aslında iki ayrı film yapmayı planlıyorduk. İlki röportajlarla ilerleyen, sporu tanıtan bir orta metraj belgesel olacaktı, ikincisi ise Mısra ve Defne’nin Olimpiyat yolculuğuna odaklanan bir uzun metraj. Fakat zaman geçtikçe ilk filmden uzaklaştık ve tek bir film yapmak istediğimize karar verdik. Onların hikâyesi değiştikçe biz de değiştik, dönüştük. Hem bizim onlarla ilişkimiz hem onların kamerayla ilişkisi zamanla çok doğal bir noktaya evrildi. Bize tanıdıkları alan genişledi. Bu sırada hayatın önümüze çıkardığı gelişmelere uyum sağlamamızı gerektiren bir altı yıl geçirdik. Pandemi ve Mısra’nın aldığı karar olmasaydı, filmin sonunu farklı planlıyorduk. Ertelenen Tokyo Olimpiyatları normalde bizim son çekimimiz olacaktı. Hatta filmde oldukça geniş yer kaplayan 2019 Gwangju Dünya Şampiyonası’na son anda gitmeye karar verdim. Ekin o sırada Londra’daydı. Ben Tokyo çekimi için hazırlık olur diye Mısra ve Defne’nin peşinden Kore’ye gittim ve filmin omurgasını şekillendiren en önemli sahneleri böylece çekebildik. Dolayısıyla önümüze çıkan sürprizlere biraz planlı biraz da sezgisel olarak yaklaşarak filmi tamamladık. Ben bu bilinmezliğin peşinden gitmekten, hikâyenin kendini şekillendirmesine izin vermekten ve sonra kurguda o gerçekliği yeniden kurmaktan çok keyif aldım.


Ekin: Hiç tahmin etmemiştik… İlk başladığımızda Mısra ve Defne, bu branşta en başarılı dönemlerini yaşıyorlardı. Dünyada aldıkları puanlar yükselişteydi ve çok başarılı bir antrenör ile çalışıyorlardı. Olimpiyatlar’a katılabileceklerine dair ümitliydik. Daha sonra federasyon katında alınan yanlış kararlar, geri çekilen destekler, ülke şartlarının daha da karanlık bir yere gitmesi ve Mısra ile Defne’nin büyüdükçe hayattaki kaygılarının değişmesi ile başarı ile sonlanmayacak bir hikaye olduğunu tahmin eder olmuştuk. O zaman da tahminimiz, “Olimpiyat elemelerine gidecekler, geçemeyecekler ve biz de onca çabaya rağmen neden bu başarının kazanılamadığını tartışan bir film yapmış olacağız” idi. Daha sonra Mısra’nın sporu bırakmayı düşünmeye başlamasıysa bizde oldukça tedirginlik yarattı. Anlatacağımız hikâyeyi yeniden gözden geçirmek ve tasarlamak demekti bu. Belirsizliğin yarattığı bu tedirginlikle başa çıkmayı da öğrenmiş olacağız ki, Mısra’nın bu beklenmedik kararını filmi çok daha kapsayıcı bir hikâyeye dönüştürecek yeni bir kırılma noktası olarak karşıladık. Filmde değişime cesaret eden ve bu karar kendini etkileyecek dahi olsa destekleyip, anlayan iki karakter olması beni çok mutlu ediyor. Günün sonunda dostluk, mücadele ve alması zor kararlar üzerine bir hikâye anlatmış olduk. Sanırım bu yüzden, çok az insanın bildiği bir konuyu işliyor olsak da şuna dek izleyen herkes kendini anlattığımız hikâyeye ve karakterlere çok yakın hissediyor.


Defne ve Mısra’nın kariyerlerinin en çok sükse yaptığı dönemde de, Türkiye Yüzme Federasyonu’nun ikilinin antrenörü Natalie’yi neden göstermeden görevden alması sonrasındaki çalkantılı süreçte de çekimleri sürdürdünüz. Belgeselin farklı süreçler içerisindeki bu dalgalı duygusal yapısı hikâyeye bir anlamda kurgusal bir yön de katıyor. Senaryonun bu dinamik yapısı çekim, senaryo ve kurgu sürecini nasıl yönlendirdi?


İdil: Bu inişli çıkışlı serüven, çekim sürecinde uyum sağlamamız ve sürekli yeniden planlama yapmamız gereken bir yöntem geliştirmemize sebep oldu. Biz her çekime artık her ihtimali düşünerek gider olmuştuk. Örneğin mayo kumaşı aradıkları bir çekim günü olacak diye yola çıkıyoruz fakat kendimizi önce hastanede sonra antrenmanda bulabiliyoruz. Dolayısıyla bilinmezlik sadece hikâyenin dramatik yapısına özel bir durum değil, bizim gündelik hayatımızın da bir parçası olmuştu. Senaryo ve kurgu aşaması çekimler artık yavaş yavaş sona doğru yaklaşırken bir arada yürüyen süreçlerdi. Ben kurgucu olmama rağmen kendi filmimi kurgulamak istemedim en başta. Tavsiye de edilmez aslında. Hele ki beş-altı yıl boyunca çekimleri sürmüş bir işte hiç tavsiye edilmez. Bu yüzden de önce iki ayrı kurgucuyla çalışmayı denedik. İkisi de çok yetenekli ve kendi alanlarında yetkin isimlerdi fakat hem biz henüz senaryoyu kafamızda şekillendirememiştik hem izlenmesi gereken toplam malzeme çok fazlaydı hem de belgesel kurgusunun süreçleri ile kurmacanınki farklı olduğundan birlikte çalışmak için doğru yöntemleri bulamadık. Sonrasında danışmanımız İlkay Nişancı ile çalışmayı düşündük fakat takvim olarak uyuşamadık. En sonunda ben bu işi yapmaya ikna oldum ve kendimi işe aldım diyebilirim. Devamında tabii ki İlkay ve yapımcımız Ali ile sürekli paslaştığımız uzun bir kurgu dönemi yaşadık. Hikâyenin kuruluş aşamasında yönetmen bir arkadaşım Haydar Taştan ile de oldukça sık fikir alışverişinde bulunuyorduk. Daha sonra ekibe dahil oldu ve bir süre kurguda beraber çalıştık. En son benim kurgunun başına oturmamla filmi bitirmemiz arasında yaklaşık bir sene var fakat aslında biz çok daha öncesinde başlamıştık kurguya. Daha önce bahsettiğim 2018 yılındaki versiyon mesela. 2018’den beri her yeni çekimle de birlikte malzemeyi defalarca baştan sona izledik. Arşivler hariç en az 255 saatlik bir görüntüden bahsediyoruz. Ve neredeyse her izleyişimizde aradığımız şey değişiyordu.


Son dönemimizde yaşananları kronolojik olarak dizdiğimiz bir versiyonla kurguya başladık. Fakat Mısra ve Defne’nin spor kariyerlerinden çok, birbirleriyle kurdukları ilişkinin, dostluklarının ön planda olduğunu kısa sürede fark ettik. Dolayısıyla da lineer bir akış ile spor kariyerlerini takip etmek yerine tematik bir şekilde ilerleyerek hem hikayelerine ortak olduk hem de iki genç insanla seyirciyi tanıştırmış olduk. Mısra ve Defne çok güçlü karakterler. Bu açıdan çok şanslı olduğumuzu hissediyorum. Ama sadece buna güvenerek ilerlemedik. Onları; çocukluklarıyla, zaaflarıyla, inişleri çıkışlarıyla kurmaca bir karakter yaratır gibi kurgu masasında yeniden inşa ettik. Kurgusal bir yön hissini veren de bu sanırım.


Ekin: Burada yaptığımız filme ve belgesel sinemaya olan bakış açımız, bu işi şekillendiren şey. Çekimlere başladıktan sonra, çok az bir süreyi, sadece olanı biteni kameramız ile takip etmekten ibaret olarak geçirdik. Daha sonrası hep karakterlerin ve onların içinde bulunduğu koşulların nasıl değişip dönüştüğünü ve nelere sebep olabileceğini izleyip, üzerine düşünmekle geçti. Yani evet tüm beklenmedik sürprizleriyle yaşanan bir gerçeklik var fakat “Düet” bizim bu gerçeklikten neyi söküp almak ve nasıl anlatmak istediğimizle ilgili bir film. Dolayısıyla hem çekim hem kurgu süreci karakterlerimizi ve hikâyeyi düşünüp tasarlamakla geçti. Temel motivasyonumuz ise filmi sorun ve sıkıntıya boğmadan, karakterlerin yaşadıklarında doğrudan etkisi olan politik atmosfer ve unsurları da yansıtan bir dostluk ve mücadele hikâyesi anlatmak oldu.


Kameranız Defne ve Mısra’nın yaşamlarının tam ortasında fakat adeta kamufle olmuş bir biçimde de onlardan soyutlanmış bir yerde duruyor. Bu da her ikisini en doğal hâlleriyle izlememize fırsat tanıyor. Çekimler esnasında sizin bu sürece ciddi müdahaleleriniz oldu mu?


İdil: Gerçekten de kamerayı kullanırken amacım görünmez olmaktı. Suda yaptıkları koreografiler haricinde “Şurada dursanız olur mu?” bile demedik. Onlar her neredeyse bizim kameramız ona göre konumlanıyordu. Çekimler sırasında ne yapacaklarını bilmediğimiz, kestiremediğimiz bir sürü an yaşandı. Gelişen olaylara göre kameranın konumu ve hareketi de değişiyordu bazen. Örneğin Defne’nin tek başına havuzda antrenman yaparken arkasında onlarca erkeğin durup onu seyrettiği bir plan var filmde. Kayda girdiğim anı ve heyecanımı hatırlıyorum. Bizim hep gördüğümüz bir manzara olduğu için aslında farklı bir durum değildi bir yandan. Ama bir anda dışarıdan bakabildim ve o resmin yakıcılığını fark ettim. Kamerayla havuzun diğer köşesine koştum ve kayda girdim. Ancak geniş açıda kalırsam arkadaki erkekler çok daha fazla odak haline gelecekti. Bunun yerine Defne’ye yaklaşıp koreografiyle birlikte kameranın da dolaştığı ve arka plandaki erkeklerin ara ara kadrajın dışında kaldığı bir planı tercih ettim. Sinemacı bir arkadaşımla film üzerine konuşurken şöyle söylemişti: “Kameranız onları gösteren bir yerde değil, bakmaya davet eden bir yerde.” Bunun hissediliyor olmasından dolayı çok mutluyum.


Ekin: Bu yönetmenlikten önce hepimizin arkadaş olmasının sağladığı bir güven ilişkisinin sonucu. Mısra ve Defne’nin yanında birkaç istisnai gün dışında kalabalık ekip olarak hiç bulunmadık. Dolayısıyla kendi cümleleriyle “Kamerası olan arkadaşlarımız bizi çekiyor” hissindelerdi. Onların hayatlarının doğal akışını bozmadan yanlarında olabiliyorduk. Tabii ki tek nedeni arkadaşlık değildi. O güveni ve rahatlığı zaman içinde inşa etmek de bizim öğrenmemiz gereken bir şey oldu. O güne kadar sadece iki kişi oldukları birçok anda, artık bizim de bulunmamıza alışmaya başladılar. Bu alışmanın bir sonucu olarak, kendileri de yer yer telefonlarıyla çekim yapıp bize atar oldular. Sonuçta tek başına mücadele veren iki kişiydiler ve film onlar için bir dertleşme ve görülme alanı oldu. Bu duruma müdahale ettik diyebileceğimiz ilk yer Covid-19 karantinası. Evden çıkamıyor ve buluşamıyor olmamızın telafisi olarak, ilk kez orada kendi kameralarımızı belli rica ve yönlendirmelerle Mısra ve Defne’ye teslim ettik. Tam da Mısra’nın sporu bırakma kararı verdiği günlerdi ki, izlediğimizde bizi de çok duygulandıran çekimleri kendileri yapmış oldular.


röportajın tamamı: 

https://www.themagger.com/duet-belgeseli-roportaj/

Footer Text - Copyright Information
Using Format